Bir Kitap Tavsiyesi: Ulusların Düşüşü
Kitap neden bazı ulusların ekonomik ilerlemede diğerlerinden daha hızlıyken kimilerinin yerinde saydığını anlatıyor ve yazarların Amerika, Çin ve dünya ekonomisi hakkında geleceğe dair teorilerine yer veriyor.
Bana sadece şunu açıklayın: nasıl Zimbabve, Kongo ve Sierra Leone gibi Afrika ülkeleri şiddet ve fakirlikten oluşmuş bir döngüde sıkışıp kalmışken kıtanın güneyinde bulunan Botsvana dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden birisi haline gelebiliyor? Cevabın kültürle alakalı olduğunu düşünebilirsiniz (tıpkı Ibni Khaldun gibi), iyi politikaların eksikliğinden hatta hava durumundan bile bahsedebilirsiniz…
Ama her seferinde yanılıyor olacaksınız.
15 yıl süren bir araştırma sürecinin eseri olan kitapta Daron Acemoğlu ve James Robinson Roma imparatorluğu, Maya şehir devletleri, orta çağ Venedik krallığı, Sovyetler Birliği, Latin Amerika, İngiltere, Avrupa, Afrika ve Amerika Birleşik Devletleri gibi birçok örneği harmanlayarak neden bazı uluslar fakirliğe mahkumken bazılarının durdurulamaz bir gelişme gösterdiğine dair yeni bir teori öne sürüyor. Kitap aynı zamanda gelecekte Çin’den neler beklememiz gerektiğini, milyonlarca insanı fakirliğin zalim pençelerinden nasıl çekip alabileceğimizi ve Amerika’nın görkemli tarihinin son bulup bulmadığına da değiniyor. Daha fazlası için almanızı ve okumanızı şiddetle öneriyoruz!
Kitap ne hakkında?
Ulusların düşüşü neden bazı ülkelerin bugün bile sonu gelmeyecekmiş gibi görünen bir yoksulluk döngüsünden kurtulamazken diğerlerinin adım adım geliştiğini (ya da gelişir gibi gözüktüğünü) inceliyor. Acemoğlu ve Robinson ekonomik ve politik kurumların uzun dönemli gelişmenin ana unsurları olduğunu savunuyorlar. Kitabın devamında nasıl bu ekonomik ve politik unsurların ülkenin kaderini belirlediğini, bir ülkeyi vezir de rezil de edebileceklerini adımlara bölerek basamak basamak açıklıyor.
Daron Acemoğlu Kimdir?
Daron Acemoğlu MIT’te ekonomi dersleri veren bir profesör. Dünya üzerinde en çok saygı duyulan ekonomistler arasında sayılan Acemoğlu geçtiğimiz yıllarda John Bates Clark madalyası (Akademi dünyasında en az Nobel kadar saygı duyulan bir diğer ödül) kazandı ve gelecek yıllarda da Nobel kazanması bekleniyor.
James Robinson’sa politika temelli bir bilim adamı. Ekonomi üzerine çalışıyor ve Harvard üniversitesinde ders veriyor. Robinson’ın araştırmaları Latin Amerika ve Afrika’ya dayanıyor ve uluslararası yardımlar konusunda bir uzman olarak görülüyor.
Ulusların Düşüşü’nden öğrenmeniz gereken 3 temel şey
Gelişmiş ülkelere ekonomik başarı getiren unsur sahip oldukları bütünleştirici kurumlardır. Bugünlerde hayat standartlarının belli bir düzeyin üzerinde olduğu; başarılı bir ekonomik gelişme gösteren aşağı yukarı her ülke bütünleştirici kurumlara sahiptir.
Bütünleştirici kurumlardan kastımız bütün toplumu kapsayan politik ve ekonomik kurumlardır. Ancak bu kurumlar sayesinde politika ve ekonomide demokrasi sağlanabilir ve geniş kitlelere ulaşılabilir. Bu kurumlar kişisel hakların bütünleşmesinden oluşur: örneğin hayatınızı şekillendirecek mesleğinizi seçebilmek veya eğitime ulaşım hakkı gibi. Eğitim, yüksek performans, inovasyon gibi konularda teşvik edici rolleri olan bu kurumlar gelir dağılımını daha eşitlikçi bir şemaya sokarak küçük elit grupların halka zorbalık yapmasını veya adaletsiz rekabetlerden yüksek karlar elde etmesini önler.
Diğer yandan dışlayıcı kurumlar (örneğin otoriter rejimler) fakir ülkeleri daha da fakirleştiren unsurlardır. Tarihe bakarak konuşacak olduğumuzda bütünleştirici kurumların oldukça azınlıkta olduğunu söylemek hatalı olmaz. Dışlayıcı kurumlar ne yazık ki normlarımızdan birisi haline gelmiştir.
Bu tür kurumlar sadece küçük elit bir gruba fayda sağlaması amacıyla tasarlanmış; önceliği politik veya ekonomik gücü tek bir elde toplamak olan kurumlardır. Her ne kadar ana fikir aynı olsa da bu tarz kurumların hayata geçme şekli ülkeye değişmektedir. Örneğin Kuzey Kore’de vatandaşların kişisel mülk edinme hakları yoktur. Kongo’daysa kurumlar kolonileşme zamanından beri değişmemiştir; küçük ve elit bir grup ülkenin tüm kaynaklarını yönetirken çıkarılan hammadde mümkün olduğu kadar hızlı ve ucuz biçimde ihraç edilir.
Dışlayıcı kurumlara sahip ülkeler genelde sonsuz bir döngünün içinde kısılıp kalır: elit grup ülkenin politik gücünü elinde tutup ekonomik kaynaklarını sömürmenin tadını çıkarır. Sonrasındaysa ellerindeki gücü stabil kılmak ve hatta arttırmak için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Bu kimi zaman potansiyel rakipleri tehdit etmek anlamına gelirken kimi zaman da hakların ve ayrıcalıkların ihlali olarak karşımıza çıkar… Böylece güçlerini ellerinden alabilecek serbest piyasaya engel olurlar. Daha da beteri bu kurumların kötücül yapısıdır; genellikle devrimler ve ayaklanmalar olsa bile dışlayıcı kurumlar kontrolde kalmayı bir şekilde başarırlar, Kongo’da da olduğu gibi.
Önemli bir diğer nokta Politik değişim demek kurumsal değişim demek olduğu ve bunun da zaman aldığıdır. Her ne kadar mümkün olsa da kurumsal değişim zaman alan bir mefhumdur. Yazarlar eserde politik değişim için bir kıvılcım yakmanın ne kadar zor olduğunu ve sonuçların her zaman öngörüldüğü gibi olmayacağından bahsederler. Nasıl olsa birçok ülke geçirdikleri onlarca darbe ve devrimin ardından hala dışlayıcı kurumlarla gittikçe fakirleşme döngüsünde sıkışıp kalmıştır.
Yakın dönemden örnek verecek olursak Mısır’da Hüsnü Mübarek’in koltuğunu kaybedişine bakabiliriz. Her ne kadar Hüsnü Mübarek’in düşüşü Mısır’da demokrasiye doğru atılmış bir adım olsa da aynı zamanda askeri bir rejimin ülkeyi yönetmesi riskini de doğurmuştur: rejim aslında aynı kalır sadece ismi değişmiştir. Bunun sebebi de toplumların istikrarsızlıktan korkmasıdır… Her ne kadar istikrarsızlık gerçek demokrasinin doğuşunun belirtilerinden birisi olsa da.
Bu döngüye korku ve belirsizliği de ekleyin. Bu tarz durumlarda korkmak ve güvensiz hissetmek normaldir, zira durum çok yavaş gelişme gösterir ve kırılgandır. Gerçek demokrasilerin bir gecede kurulması imkânsızdır. Fransa bunun en bilinen örneğidir. Fransız devrimi 1799’da bitmiş olsa da stabil bir demokrasinin oluşması 80 yıl almıştır. Bu tarz bir oluşumun Mısır gibi ülkelerde birkaç yılda filizlenmesini beklemek gerçekçi bir düşünce olmaz ama imkansız da değildir.
Ulusların düşüşünden ilginç bir konsept
Robinson fakir ülkelere yapılan yabancı yardımların (Birleşmiş milletler vb kuruluşlar tarafından) kurumsal reformlarda harcanması gerektiğini; aksi takdirde sadece var olan sistemleri güçlendireceğini savunuyor. Örneğin geçtiğimiz yıllarda Afganistan’a milyarca dolar yardım yapıldı ve bunun günümüze hiçbir katkısı olmadı: yardım yanlış ellere düşmüş ve geleceği olmayan projelere yatırım olarak harcanmıştı. Taliban’ın 2001’deki düşüşünde Afganistan bir demokrasi kurma şansı yakaladı ancak bunu değerlendiremedi. Alınan yardımlar yeniden yapılanma için kullanılmak yerine yöneticilerin karmaşık ilişkileri arasında parça parça kaybolup gitti.
Ulusların düşüşünden ilgi çekici bir fikir: Teşvik
Otoriter sistemler gelişme sağlamakta başarılı değillerdir çünkü toplumlara ilerlemek için gerekli teşviki vermekte yetersiz kalırlar. Serbest piyasalarda teşvik sistemleri inovasyonlara hız kazandırır ve verimliliği ön plana koyar. Otoriter sistemlerdeyse sürdürülebilir teknolojik gelişim ve arttırılan üretkenlik ne yazık ki bir öncelik değildir. Bu tarz sistemlerde inovasyon ve verimliliği arttıran çözümlere yönelik teşvikler genellikle merkezi bir elden yönetilir ve başarılı politikalar izlendiğine pek tanık olunmamıştır.
Otoriter sistemler genellikle kendi planlarının karmaşıklığında boğulurlar. Örneğin Stalin’in yönetiminde Sovyet işçileri belirli üretim kotaları aşıldığında maaşlarının üçte biri kadar bir primle ödüllendirilirlerdi. Ancak bu inovasyona ön ayak olmak yerine inovasyonun önüne taş koydu. Peki neden? Çünkü inovasyonlar kısa dönemde üretkenlikte düşüşe sebep olurlar ancak bu kaybı kabullenerek uzun dönemde artıya geçebilirsiniz. Rejimin prim yasasının bir sonucu olarak işçiler kısa dönemde mümkün olduğu kadar fazla üretip o primi kapmaya odaklanmışlardı… Üretkenlikle uzun dönemli bir artış kimsenin umurunda değildi anlayacağınız.
Eğer kitaptan sadece bir parçayı hatırlayacaksınız. Zengin ülkeleri fakir ülkelerden ayıran en önemli şey politik ve ekonomik kurumların yapısıdır. Zengin ülkelerde bütünleyici kurumlar ön plana çıkarken (bütün toplumu kapsayan demokratik yasalar) fakir ülkelerde dışlayıcı kurumlar gelişmenin önüne taş koyar: Güç ve kaynaklar dışlayıcı kurumlarla sadece elit sınıfa ayrılmıştır.
Yorum Gönder
0 Yorumlar